12 Eylül 2024 tarihli duruşmaya Özgül Emre bir açıklama okuyarak başladı. Açıklamasında ülkemizin tarihsel, siyasal, ekonomik ve kültürel gerçeğini anlattı. Özgül Emre açıklamasında şu sözlere yer verdi;
'Emperyalizm ülkeleri açık işgallerle sömürüyordu. Dünya halkları bu açık işgalleri Cezayir, Vietnam ve Küba gibi örneklerden bilir. Ancak halklar bu işgallere karşı direnerek işgalcileri kovmayı başardılar. Vietnam Emperyalizm için bir mezarlığa dönüştü. Vietnam savaşında tonlarca bomba atıldı, kimyasallarla, üstün teknolojiyle katledildi Vietnam halkları. Ama Emperyalizm tüm askeri üstünlüğüne rağmen yenildi. Halklar ise bu zaferi sevgi ve coşkuyla karşıladılar. Vietnam'da olduğu gibi direnen halklar devrimler ve halk kurtuluş savaşlarıyla Emperyalizme darbeler vurdular. Bu umut halklar arasında yayıldı. Birçok ülkede sosyalist, devrimci düşünceler gelişti, örgütler kuruldu.
Buradan ders çıkaran emperyalistler açık işgallerden vazgeçip yeni yöntemlerle işgal etmeye başladı. Artık emperyalizm ürünleriyle, gemileriyle, süt tozuyla, ekonomik anlaşmalarıyla işgal ediyordu ülkeleri. Bizim ülkemizde de aynen bunlar yaşandı. Bu şekilde yeni sömürge haline getirildi.
Anadolu halkları kurtuluş savaşında küçük burjuvazinin öncülüğünde özgürlüklerini elde ettiler. Anti emperyalist mücadele döneminde ilerici olan küçük burjuvazi, kurtuluş sonrasında sınıf karakteri gereği gericileşti. Bu yanıyla SSCB tarafından desteklenen anti emperyalist kurtuluş savaşı şunu gösterdi; Anadolu silah zoruyla işgal edilemez. Ancak ekonomik anlaşmalar ülkemizi adım adım bağımlı hale getirip işgali sessizce gerçekleştirdi.
Bundan dolayı kendi iç
dinamikleriyle gelişen bir kapitalizm olmadığı için, çarpık gelişen bir
kapitalizmden söz ediyoruz. Küçük burjuvazi başta yap-işlet-devret yoluyla
kapitalizmi yukarıdan örgütlemeye çalışsa da, ülkemizin yeni sömürgeleşmesiyle
artık bu bile yapılmadı. Dolayısıyla ABD ve Avrupa ülkeleri gibi kendi iç
dinamikleriyle gelişen kapitalist ülkelerde olan burjuva demokrasisi dahi yoktu
Anadoluda. Silah yoluyla elimizden alınamayan özgürlüğümüz ekonomik
anlaşmalarla ve bağımlılık ilişkileriyle adım adım elimizden alındı.
Emperyalizme kapı tamamen açıldı. Bu işgali gizlemek için evet bayraklar
dalgalanıyor, göstermelik arada bir seçimler düzenleyen bir parlamento var,
ordusu ve polisi var Türkiye'nin. Ama bunların hiç biri bizim özgürlüğümüzün
simgesi değil, bağımlılığımızı örtmek içindir.
Çarpık kapitalizmden dolayı
yeterli güce sahip olmayan burjuvazi; Pre kapitalist unsurlarla, yani toprak
ağaları, tefeci-tüccarlarla işbirliği yaparak birleşti. İşte biz buna Oligarşi
diyoruz. Oligarşinin dışa bağımlı bir ekonomiyi güçlendirmek için değil, kendi
çıkarlarını gözetlediği için ise ülkemiz sürekli bir kriz halindedir. Biz bu
krize milli kriz diyoruz. Bu milli kriz ister istemez ayaklanmalara, isyanlara
yol açacağı için Oligarşinin, bütün yeni sömürgelerde olduğu gibi, ülkeyi yeni
sömürge tipi faşizmle yönetmesi gerekiyordu.
Sömürge tipi faşizm klasik
faşizmden farklıdır. Klasik faşizmden farklı olarak yukarıdan aşağıya devlet
eliyle örgütlenen bir faşizmdir. Bugün MHP ismi altında devletin bir parçası
olan sivil faşist hareket kuruldu. Bu sivil faşist hareketi faşizmin hedefleri
doğrultusunda şovenizmi yaygınlaştırarak Kürdü, Lazı, Arabı, Çerkezi, Aleviyi
ve Ermeniyi Türke düşmanlaştırarak sorunu halklar arasındaymış gibi göstermeye
çalıştı. Kendisini oluşan öfkenin hedefi olmaktan çıkardı.
Ülkemiz faşizmle yönetilen bir ülkedir. Siz bunu sözde bilimsel kavramlarla inkar etmeye çalışabilirsiniz. Totaliter, otoriter ve hatta diktatörlük diyebilirsiniz. Çıkarınız doğrultusunda tüm bu kavramları yakıştırabilirsiniz ülkeye. Yalnız bizim sizin tespitlerinize ihtiyacımız yoktur. Demokrasi ve özgürlük getireceğinize de inanan yoktur. Afganistan'ı, Irak'ı, Libya'yı demokrasi ve özgürlük adı altında cehenneme çevirenler bize demokrasi dersi veremezler. Sizden demokrasi ve özgürlük beklemiyoruz. Gölge yapmayın yeter! Bırakın ülkemizin tahlilini orada yaşayan, üreten, bütün acıları çeken biz halklar yapalım.
BİZ BÜTÜN ZULÜMLERİNİZE, ADALETSİZLİKLERİNİZE KARŞI YENİ BİR ÜLKE DEĞİL, YENİ BİR DÜNYA KURACAĞIZ!'
Yaklaşık 50 seyircinin bulunduğu salonda Özgül Emre'nin açıklaması sonrasında büyük bir alkış yankılandı. Açıklamadan sonra mahkemeye ara verildi. Araya ayrılırken Özgül Emre gelenlere şu şekilde seslendi; 'Devlet en üst biriminden en alt birimine kadar çürümüştür. Narinin katili AKP'dir. Narinleri, Ayşenur'ları bitiremeyecekler. Devrimciler var olduğu sürece Narin'leri öyle ellerini kollarını sallaya sallaya katledemeyecekler!'
Özgül Emre'nin yaptığı açıklamadan sonra verilen ara bittikten sonra savcı Setton mütalaayı okumak üzere hazırlandı. Setton'un mütalaası şu şekildeydi;
Bu dava bir sene sürdü. İddia makamı mahkemeye birçok tanık ve belge sundu. Bu belgeler özellikle Özgürlük Basın Bürosu, Musa Aşoğlu operasyonu ve Murat Aşık operasyonu üçlüsünden oluşmaktadır. Yüzlerce delil sunduk.
Sanıkların bu iddialara ve
delillere bir sene boyunca cevap verme imkanı oldu. Ancak hiç biri bu imkanı
değerlendirmedi. Önceki DHKP-C davalarına bakıldığında ise bu çok şaşırtıcı
değildir. DHKP-C için gayet normal bir tavırdır bu. Çünkü bu örgüt içinde
devlet makamlarıyla işbirliği yapmak suç sayılır, yapan ise hain ilan edilir.
Bu hain ilan ettikleri kişilere yönelik de çok ağır cezaları vardır. Bu ölüm
cezasına kadar varabilir.
Sanıklar Emre ve Cibelik davanın
içeriğine hiç değinmediler, ancak soyut bir şekilde Türkiye'nin durumunu
anlatıp durdular. Sanık Küpeli ise Hamburg ve Kuzey Almanya sorumluluğu ile
ilgili tek bir cümle bile söylemedi. Oysa bunu yapmak için çok fırsatı oldu.
Delillere yönelik hiç bir şey demediler. Biliyoruz ki burada örgütün izin
verildiği kadar konuştular. Üçü de klasik DHKP-C tavrı içindeydi.
Irkçılığa ve Faşizme karşı
mücadele meşrudur. Evet. Ama bu meşruluk her yöntemi meşrulaştırmaz. Biliyoruz
ki özellikle bütün haklılığa sahip olduğunu düşünenler yöntemlerinde sınır
tanımazlar. Acımasız olurlar. Bu dini örgütlerde de, sosyalistlerde de öyledir.
DHKP-C sosyalizmi savunan bir örgüt olarak sosyalizmi meşru demokratik yollarla
değil, silah zoruyla getirmek istiyor.
Sanıklar bu mahkemede 'faşizm'
kavramını defalarca kullandılar. Kavramı adeta enflasyona uğrattılar. DHKP-C
için Marksist-Leninist olmayan herşey Faşizmdir.
Örgütün amacı adaletsizliğe ve
zulme karşı mücadele değildir. Asıl hedefleri devleti yıkıp yerine
Marksist-Leninist totaliter bir devlet kurmaktır. DHKP-C halkın temsilcisi ve
tartışılmaz öncüsü olduğunu iddia ediyor. Parti programında silahlı mücadelenin
hedefi 'halk iktidarını kurmak' olduğunu söylüyor. Halka demokrasi, olgarşi ve
karşı devrimcilere karşı ise diktatörlük diyorlar.
Demokrasi dedikleri ise aslında
DHKP şemsiyesi altında halkın özyönetimi. Bu konuda iktidar iddiası mutlaktır.
Demokrasiye nasıl baktıkları şuradan da anlaşılıyor: Karşı devrimcilere karşı
diktatörlük. Halkın örgütlenmesi önündeki bütün engellere karşı savaş. Oligarşi
ve faşizme karşı devrimden sonra da amansız ve acımasız bir savaş.
Yazarlara ve aydınlara destek
sunacaklarmış. Ama sadece halkın çıkarları için çalışırlarsa. Tüm bunlar
özgürlükçü demokrasi anlayışına terstir. Bütün basın yayın halkın, yani
partinin elinde olacakmış. Fikir ve ifade özgürlüğü olacakmış ama karşı
devrimciler şiddetle engellenecekmiş.
Halk mahkemeleri kurulacakmış.
Kişiler arasındaki davalar Marksist-Leninist ideolojisi ve anlayışa göre
çözülecekmiş.
Yani DHKP-C demokratik bir örgüt
değildir. Ölüm, kan ve gözyaşı kusanlar demokrat sayılamazlar. Savaşçılarını
anlamsız, gereksiz eylemlere gönderip propaganda malzemesi yapmak için şehit
edenler demokrat olamaz.
Bunlar buradaki sanıklar için de
geçerlidir. Evet, onlar silahlı mücadelede doğrudan yer almazlar. Ama ideolojik
ve somut olarak silahlı mücadelenin propagandasını yaparlar, insan örgütlerler
ve para toplarlar. Dolayısıyla örgütün bütün yöntemleriyle tek vücut haline
gelirler.
Muhalif olmak ayrıdır, terör
örgütü üyesi olmak ayrıdır. Biri meşru, diğeri ise yasalarımız tarafından
cezalandırılır.
Bu dava boyunca birçok açıklama
yapıldı. Hemen başlarında bu dava için 'Türkiye'ye hizmet' başlıkları atıldı.
Çok spekülasyon yapıldı, komplo teorileri üretildi. Bunlara hepimiz şahit
olduk, o yüzden detaylara daha fazla inmeyeceğim. Önemli olan bu da değil.
Önemli olan DHKP-C'nin terör örgütü olup olmadığı. Önemli olan 3 sanığın DHKP-C
üyesi olup olmadığıdır. Önemli olan budur.
Türkiye'ye gelince. Türkiye'nin
faşist olup olmadığını kişiler, örgütler, kurumlar ya da aydınlar belirlemez,
hatta Federal Almanya Cumhuriyeti hükümeti de belirlemez. Bunu ancak ve ancak
yasalar belirler. Yani 129a ve b yasaları belirler.
Bu dava kapsamında örgütün
kapsamında olan 3 kişi tarafından açlık grevi de yapıldı. Örgütün yayınları,
özellikle Halkın Sesi TV, Umut TV ve Halk Okulu dergisi bu açlık grevini
destekledi ve defalarca propagandasını yaptı. Talepleri 129a ve b yasalarının
kaldırılmasıydı. Daha sonra İhsan Cibelik'in tedavi olması da bu taleplere
eklendi. Şunu belirtelim; Biz Cibelik'in tedavisine hiç bir zaman karşı
çıkmadık. Ancak biz dedik ki; Bu tedavi tutukluluk koşullarında da yapılabilir.
Neticede ameliyat oldu ve olurluluğunu da görmüş olduk. Bu mahkeme salonunda
sanık Emre de açlık grevinden bahsetti. Avukatlar da birçok dilekçede bu
direnişten söz ettiler. Bu konuyla ilgili mahkeme heyeti, iddia makamı ve
savunma arasında bir toplantı gerçekleşti. Bu toplantıda savunma 'Bizim Eda'dan
bahsetti. Tutukluluk konusunda bir çözüm önerdiler.Umut TV'de yayınlanan bir
zafer kutlamasında yapılan videoda avukat Yener Sözen de yer aldı ve şu
açıklamalarda bulundu: 'Sizin eyleminiz tutsaklara moral verdi. Çok şey
başardınız. Yine gördük ki siyasi davalar mahkeme salonlarıda değil, sokakta
kazanılır.'
Bu sözleri kullanan Sözen'le
ilgili artık herkes kendisi düşünsün. Müvekkiline alet olan bir avukattan
bahsediyoruz. Ancak şunun altını çizmek istiyoruz; Yasa devleti şantaj
edilemez. Bir yasanın kaldırılıp kaldırılmayacağına demokratik yollarla
seçilmiş meclis karar verir. Sokak değil, demokratik devlet karar verir.
Savcı Setton'un başlattığı
mütaala'nın ikinci bölümü 26 Eylül tarihinde görülecek bir sonraki duruşmaya
ertelendi.
Yaklaşık 50 kişinin katıldığı
duruşma toplamda 3 saat sürdü.
Tüm halkımızı Özgül Emre, İhsan
Cibelik ve Serkan Küpeli'nin yanında olmaya, sonu yaklaşan davanın son
duruşmalarına katılmaya çağrıyoruz. Gelin Emperyalizmi Hep Birlikte
Yargılayalım!
Özgül Emre, İhsan Cibelik ve
Serkan Küpeli Onurumuzdur!
Devrimci Tutsaklar Yargılanamaz!